1 2 3 4 5 Bu kodu kullana

29 Mart 2010 Pazartesi

Yine eskilerden...

   



      Face'den Deniz Bey ulaştı bana... Yine çok sevindim. Deniz Bey müdür yardımcımızdı. Ben Ankara'dan gelmiştim Töbank Levent Şubesi'ne. İstanbul trafiğine bir türlü alışamamıştık. Sabahları mutsuz mutsuz Küçükyalı- Levent arası onca yolu gidiyorduk. Yolda hiç gülmeyen insanlar görüyordum. İnsanlar asık suratlarla işlerine gidiyorlardı. İstanbul'a hiç alışamam sanmıştım.


      Çocuklar küçük,sorunlar büyük. Onlar babaannelerine bırakılıyor ilk yıllar otobüslere sonraki yıllar servislere koşturuluyor.


     Sabahları hep geç kalırdım. Ahh! Deniz Bey'in önünden geçmek, günaydın demek; ne zordu Allah'ım. Bir gün de geç kalmaz mı insan? Hep kravatlı, hep tam vaktinde masasında olurdu.

     Öyle böyle çalıştık işte. Bazen sabahlara kadar çalışırdık. Yıl sonu çalışmaları bizi bayağı zorlardı. Nasıl da geçti zaman?

     İstanbul'da emeklilik çok güzel. Gezmeleri mesai saatine denk getirirsen mutlu mutlu gezebiliyorsun. Ama öğrenci ve çalışan olmak çok zor.
    

     Gençlik de  zor iş. Şimdi bana "Genç olmak ister misin?" diye sorsalar, gözüm yemiyor valla. Ben hep 40 yaşımda kalmak isterdim. Hala güzel,sağlıklı , hayatı ve bugünün değerini  anladığım yaşta.

27 Mart 2010 Cumartesi

Nazım'dan...


Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm


Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz

Ya dünyamıza inecek ölüm.



En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır

En güzel çocuk: henüz büyümedi

En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz

Henüz söylememiş olduğum sözdür.



UMUDA BİN KURŞUN SIKSA DA ÖLÜM

UNUTMA UMUDA KURŞUN İŞLEMEZ GÜLÜM...
 
    Nazım Hikmet Ran
 

Kızlar...




  Nihayet resmimiz geldi işte...

22 Mart 2010 Pazartesi

Töbank Levent Şb. Kızları Toplandık.





          Uzun bir zaman sonra nihayet bir araya gelebildik. Kadıköy'de buluşacaktık. Aksilikler,hava şartları, falan filan... Benim Ankara'ya gidip gelmem derken 20 Mart Cumartesi günü bizim evde buluşmaya karar verdik. Ve eksiksiz bir aradaydık neyse ki.

          Bir aksilik çıkacak diye nasıl da korktum. Resim de çekecektim ne güzel. O gün Konca da motorla Çanakkale gezisine katıldı. Fotoğraf makinesini o almış. Cep telefonuyla bir şeyler çektik ama resimler bana ulaşmadı. Ben de Dilek'ciğimin getirdiği çiçekleri resimledim.

          O gün hepimiz çok mutlu olduk. Geçmişi konuştuk;şimdiyi konuştuk, konuştuk, konuştuk, konuştuk. O kadar ki o gece hep çenem ağrıdı.

          Güner ve Müjgan anneanne olmuşlar. Torunlar anlatıldı tabi. Serap'ın Azize'nin oğulları, kocalarımız, analarımız, babalarımız, kayıplarımız ve tabi Töbank derken akşam oldu.

          Bundan sonra her zamanki gibi sık sık görüşme kararı aldık. Ve bu güzel gün de bitti. Her güzel şey gibi çabuk bitti bana göre...

          Bugün  Erenköy'e psikiyatra gittim. Sorunlarımı anlattım. Bir uzmanın ağzından duyduğum şeyler beni
bayağı rahatlattı. Bir ay sonra yine gideceğim.

17 Mart 2010 Çarşamba

Bir Ceza Ve Hatırladıklarım



           Bir küçük kız. Suçu büyük. O kitabını evde unutmuş. Hatta bunu daha önce de yapmış. Öğretmen, çok sinirlenmiş. F.'yi tahtaya dikmiş. Bütün çocuklardan onu tokatlamasını istemiş.

           F.'nin yanağına tokatlar gelirken neler hissediyordu acaba? En iyi arkadaşına sıra gelince ne olacaktı? O da vuracak mıydı? Yoksa vurur gibi yapıp dokunacak mıydı? Sadece dokunsa da içi burulacaktı biliyorum.

          Yıllar önce ben de ilkokulda benzer bir olay yaşadım. Babamın tayini Kargı'ya yeni çıkmıştı. Ben de okula yeni yeni alışıyordum. Öğretmenimiz genç bir erkekti. O da öğrencileri başlarını yana eğdirip tokat atarak cezalandırırdı. Ben henüz hiç dayak yememiştim.

         Bir gün öğrencilerden birisi tahtada problem çözüyordu. Yapamadı. Benim matematiğim oldukça iyiydi. Beni kaldırdı. Ben de çözdüm. Öğretmen "Aferin kızım." dedi. Şimdi arkadaşın yanağını uzatsın sen de vur bakalım. Arkadaşım başını yan çevirdi yanağını bana uzattı.Çok kötüydüm nasıl vuracağımı bilmiyordum. Sonra hafifçecik vurdum. "Olmadı!"dedi öğretmen. Bir daha denedim. Yine yapamadım.

        Artık sinirlenmişti öğretmen. Başımı yana eğdi. Bir eliyle çenemi tutup diğer eliyle tokadı indirdi. -Bak böyle vuracaksın. Dedi.

       Sıralar da kimseyi göremiyordum. Bütün vücudum yanıyordu. Nasıl yerime oturdum? Nasıl eve gittim? Kızaran yanağımı annemden nasıl gizledim? Paramparça onurumu nasıl onardım?Bilmiyorum. 

14 Mart 2010 Pazar

Minik Mucizem...




                     İki ay kadar önceydi. Koncanın yaptığı maket evin balkonuna dekor olsun diye bir krem kutusuna biraz toprak koymuş; balkondaki saksıdan kopardığım dalı da içine daldırmıştım. Sonra maket ev için biraz büyük gözüktü gözüme. Mutfak camına koydum. Ara sıra su verdim. Baktım yeşilliğini koruyor.

                    Derken bu minik şey, bana çiçek verdi işte. O küçücük toprakta ne ara tutundun hayata? Ne ara çiçeğini sundun bana? Cömertliğin bu kadarı da fazla. Bana  üç dört yıl önceki başka bir mucizeyi hatırlattın.

                    Arka balkonda kalebodurların arasında bir ot büyüyordu. Hangi rüzgar toprağını taşımış; hangi rüzgar tohumunu atmıştı? Onu görünce şaşırmış ve sevinmiştim. Birkaç gün sonra oğlum da farkedip bana göstemişti." Anne, şuna bak inanılmaz. " diye. Onun da farkında olmasına ayrıca sevinmiştim.

                    Balkonu yıkarken dikkat ediyordum zarar görmesin diye.

                    Bir gün o zamanlar bize temizliğe gelen Melahat Hanım koparıp atıvermiş onu." Buraları da ot bürümüş. " diye.

                    Ama o arka balkonda başka güzellikler oldu yine. Kanadı yaralı bir kargayı misafir ettik. Bir başka zaman iki kumru bebeklerini büyüttü. Uçurdu.

12 Mart 2010 Cuma

Ankara...





            Ankara yolları...

            Ve gidiş...

            Ve dönüş...